Güz Sonatı (Höstsonaten / Autumn Sonata) 1978 yapımı Ingmar Bergman’ın şaheserlerinden biri. Sakin, huzurlu, tek mekanda geçen ‘oda sineması’ sözcüklerin, yüzlerin ayrımında, izleyiciyi anne-kız ilişkisinin dolanık, karmaşık yapısına, oradan da daha özele, kişinin ‘kendiliğinin labirentlerinde’ gezdirir.
Anne Charlotte’u canlandıran Ingrid Bergman bu filmdeki performansı ile Oscar’a aday gösterilmiştir.
Güz Sonatı, Eva’nın bir masada annesini Norveç’e davet eden mektubu yazdığı sırada kocası Viktor’un dördüncü duvarı yıkarak Eva’yı seyirciye anlatması ile başlar. Viktor’un anlattığından anladığımız kadarıyla Eva’nın sevilme ve sevme ile ilgili problemleri var. Charlotte, Eva’nın davetini kabul eder. Güçlü, akıllı , neşeli ünlü piyanist anne daha arabadan iner inmez sırt ağrısını hisseder. Charlotte’un sırt ağrısı film boyunca vardır. Özellikle geçmişin öfkesini, nefretini, beklentilerini ve daha bir çok duygusunu ortaya döktükleri gecenin ardından daha çok artar. Belki de bu sırt ağrısı tutkusunun simgesi olan kariyeri, kadınlığı, aileyi bir arada götürmek zorunda kalan kadının yükünün ağırlığının ağrısıdır. Hatta her şeyin anlatıldığı gecenin ardından Charlotte’un sırt ağrısı yere boylu boyunca uzandığında -sırtı yere geldiğinde belki de kaybetmeyi kabullendiğinde- geçer. Ama kırmızılar içinde pür neşe Charlotte yaşlanmadığını, kusursuz olduğunu her haliyle yüksek oktavdan söyler. Eva’nın annesinin etrafında ilgiyle dönmesi itirafların olduğu geceye kadar devam eder. Bu insan üstü çaba, insanın açlığını duyduğu şey ile karşı tarafı donatması bu donattıklarının karşılığı olarak belki onunda karşısındaki tarafından ödüllendirileceği umudunun yarattığı, eylemlerin ardına gizlenmiş beklentidir. Charlotte henüz odasına yerleşirken kaybettiği sevgilisine nasıl baktığını anlatır. Ekranda Charlotte’un aşık bir kadın olarak sevdiği adamın yanında oluşu gösterilir. Bu takdire şayan görüntülerin birkaç dakika ardından Eva annesine Helena’yı (Charlotte’un engelli kızı) hastaneden çıkardıklarını, iki yıldır yanlarında yaşadığını söyler.
Charlotte yedi yıl Helena’yı görmemiştir. Neden bunu kendisine söylemediğini sorduğunda Eva “Söyleseydim gelmezdin” der. Charlotte istemeye istemeye ama mükemmel bir şefkat rolünü maske yaparak Helena’yı ziyaret eder. Yabancı bir adamı tüm sorunlarıyla sahiplenen seven kadın kendinden olan yardıma muhtaç bir çocuğu neden sevemez? sorusu daha filmin ilk dakikalarında seyirciye sordurulmak istenir. İlk dakikalar bu ilk soru sevmenin ilk yasasını vurgular. Kendini seven kendinden olanı sever. Peki kendini sevmeyen kendinden olanı sevemez mi? Charlotte’un uykuya dalmaya çalıştığı sahnede, rüyasında Helena’nın kendini boğmaya çalıştığını görür ve çığlıkla uyanır. Kendinden nefret eden kendinden olanın kendine olan nefretinden mi korkar? Bedeninden beden doğuran duygularından duygular mı doğurur? Bu soruların cevabı bağların düğümlerinin çözülmekten başka alternatifinin olmadığı o gecede verilir. Ama o gecenin tahliline gelmeden önce piyanonun tınısı ile iletişimde olan anne-kız piyano başında Chopin’in açılışlarını çalarken bir birini kanatacak olan kılıçları çoktan çekmişlerdir. Piyanonun başında tınıların ifade ettiği duyguları çok iyi bilen anne-kız birbirine şu cümleleri savurur.
”Chopin duyguludur, ama aşırı duygusal değil. Duygu, aşırı duygusallıktan çok uzaktadır. Bu prelüd acıdan bahsediyor, düşlerden değil. Sakin, açık ve haşin olmalısın. Şimdi ilk partisyonu çalalım. Acısı vardır ama onu göstermez. Sonra kısa bir rahatlama. Ama bu rahatlık aniden kaybolur ve aynı acı kalır.” Film boyunca buradaki cümleleri hayatlarına, kişiliklerine, ilişkilerine ördüklerini görürüz.
Charlotte bu cümleleri savururken Eva onu hayranlıkla izler. “Yine neyi yanlış yaptım” der. Üzgün ama hala anne onayı arayan küçük bir kız gibidir. Filmin başında Viktor’un anlattığından Eva’nın gazeteci olduğunu ve iki kitap yazdığını biliriz. Ama Eva kendi olmaktan o kadar uzak ve geçmişin iç hesaplaşmasına öylesine dalmıştır ki onayı annesine duyduğu hayranlık noktasından ister. Bu da, iyi piyano çalmak. Belki de çocukluğunun en büyük hayali, annesinin emek ve tutkuyla kurduğu bu tahtı sadece çocuğu olduğu için alacağına dair bir inanç geliştirmiş olması ve bu inancının boşa çıkması. Filmin başında Charlotte, sonunda ise Eva aynı soruyu sorar: “Ne beklemiştim ki ben?”. Hesaplaşmalarının olduğu gece, Charlotte kendi annesi tarafından sevilmediğini ifade eder, “Ben daha doğmadım” der. Nasıl seveceğini bilmediğinden bahseder. Eva’dan yardım ister. “Bana yardım et, beraber bu durumun üstesinden gelelim” der. Eva yardım etmez, çünkü yılların öfkesi yardım etmesine engeldir. Erich Fromm “Yaratamayan insan yok etmek ister” der. Kendinin daha doğmadığını ifade eden Charlotte kendini yaratamadığı için Evası onun yıkımının eseri olmuştur. Aynı şekilde yıkımından bir yaratmayı var edemediği için Eva da annesinin yaratma çağrısına yıkıcılığı ile cevap vermiştir. Eva’nın duyarsızlığını feminist yazar Friedan şöyle açıklar: ”Öz nefreti yüzünden kızlarına yeterince sevgi gösteremeyen annelere sahip kızların süper kadın tuzağına daha sık düştüklerini fark ettim. Onlar, kendi annelerinin aksine mükemmel anne olmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de çeşitli oyunlara başvuruyorlardı. O dişil maçoluk aslında anneden kızına geçmişti ve içinde aynı öz nefretini, zayıflık ve güçsüzlük hissini barındırıyordu.”. Eskiden apartmanları yıkmak için kullanılan paslı demir zincirin ucunda asılı tonlarca ağırlıktaki gülle ikisi arasında gidip gelmekte, yıkıp bitirmektedir. Charlotte bu yıkıcı atmosferden konser bahanesiyle kaçar. Charlotte, trenin penceresinden uzaktaki evlere bakar, mutlu ailenin ne olduğunu anlatan bir özlem gözlerinden parlar durur. Ne beklediğini ve hala beklediğini buradan anlarız. Eva aynı sahnenin devamında annesine özür ve özlem dolu bir mektup yazar. Karamsar ve öfkeli hali dağılmış yine bir özlem içindedir. İkisi de özlem içinde ir şeyi bekler. İki kadında da anne-kız olmanın özlemi içindeyken yaratmanın külfetli, vazgeçiş dolu yolunu göze alamadıkları için hep bildikleri kolay ve yıkım dolu ama yerleşik hayatta kalmayı seçerler.
Sona geldiğim bu yazıyı Maureen Murdock’ın ‘Kadın Kahramanın Yolculuğu’ kitabında geçen sözü ile bitirmek isterim:
“Günümüzün kadın kahramanları sezgi kılıcını kullanarak kendisini geçmişe hapseden ego bağlarını kesmeli ve ruhunun hakiki amacını bulmalıdır.”