Filmlere geçmeden önce yönetmenimizi biraz tanıyalım. Abbas Kiyarüstemi 1940 – 2016 yılları arası yaşamış Tahran doğumlu bir nahif kişilik. Sanata, resim ile adım attı üniversite yıllarında resim ve grafik tasarım üzerinden ilerledi. Bu yıllarda bazı filmlere jenerik çekmesinin yanı sıra çocuk kitaplarına da çizerlik yaptı. İslam devriminin ardından İran’da kalan sayılı sanatçılardandı. Ayrıca Abbas Kiyarüstemi resim ve sinemayla birlikte fotoğrafçılık ve şiirle de ilgilenmiştir ki filmlerinde sunduğu görsel şölen ile şiirsel anlatımı görüp bunu çıkarsamamak zor olacaktır. Ayrıca bitirmeden bahsedilmesi gereken en önemli husus bizim sinemamıza Nuri Bilge Ceylan vasıtasıyla sağladığı katkıdır.
Not: çokça sürprizbozan içerir.
Taste of Cherry – Kirazın Tadı (1997)
“İntiharın en büyük günahlardan birisi olduğunu biliyorum. Fakat mutsuz olmak da büyük bir günah. Mutsuzken başka insanları incitirsiniz bu da bir günah değil mi? Başkalarını incittiğinizde bu bir günah değil midir?”
Pembe sarı renk paletiyle, vurucu hikayecikleri ve replikleriyle hayatın tam içinden bir intihar fikri. Bedii Bey mutsuz. Mutsuz ve biraz da korkuyor. Arabasıyla çıktığı yolculukta öldükten sonra üzerine toprak atacak birilerini arıyor. Aslında bizler ana karakterimizin ölüme duyduğu hasrete dair belirgin maddi bir sebep göremeyiz fakat yaşamı anlamlandırma üzerine ciddi sıkıntıları vardı Bedii Bey’in.
Arabasına sırayla konuklar almaya başlar ilki Kürt toy bir paralı asker. Kendi akıbeti konusunda son derece endişeli bu genç teklifi duyar duymaz arabayı terk ediyor. Ardından binen Afgan ilahiyat öğrencisi tahmin edileceği üzere bunun dinen ne kadar hatalı olduğundan dem vuruyor. En son bir Azeri Türkü biniyor arabaya teklife en sıcak bakan o oluyor çünkü sonunda ulaşacağı paraya ihtiyacı var. O’na dutlardan bahsediyor. Kendisini yaşama döndüren dutlardan…
Ve ardından finali görüyoruz. Özellikle adını geçirdiğim gibi pek çok milletten çeşitli görüşleri dinleme fırsatımız oluyor. Bunlar olurken tozlu ve çorak yollardan gidiyoruz. Açık uçlu film sevenlerin mutlaka hoşuna gidecek sakin bir eser.
Close-Up – Yakın Plan (1990)
“Yüzümüzü örten maskelerin esiriyiz. Eğer maskelerimizden kurtulabilirsek gerçeğin güzelliğine ulaşabiliriz.”
Çarpıcı bir belgesel elbette çok gerçek. Kiyarüstemi’nin en bilinen eserlerinden olan yakın plan teknoloji çağından uzakta bir yerde kendisini yönetmen olarak tanıtan bir karakterin hikayesi. Yalan söylememenin mahcubiyetinde olmak istediği kişiymiş gibi davrandığındaki yüzde buruk bir gülümseme bıraktıran sevinci bir arada. İşte tam olarak bunu görmek güzel. Hayatımızda gelişen olaylar, bizim kontrolümüzde ya da kontrolümüzde olmaksızın, tamamen iyi veyahut tamamen kötü hissettirmiyor. Gerçek olmayan yönetmen karakterimiz de aynen bunu yaşıyordu.
Bunun dışında film için önemli bilgilerden söz etmek gerekirse bu da olayın gerçek oluşudur. Sahte Makhmalbaf gerçekten de sahte Makhmalbaf’dır. Hüseyin Sabzian yönetmen olmak isterken bu film sayesinde oyunculuk yapma fırsatı bulmuştur. Ayrıca mahkeme sahneleri sinema tarihinde altı çizilen mahkeme sahnelerindendir.
Where Is the Friend’s House? – Arkadaşımın Evi Nerede? (1987)
“Demir kapılar bir ömür boyu dayanıyor diye duymuş. Ama bir ömür ne kadar uzun bilmem…”
Vitraylar, taş merdivenler, çiçekler…
Kiyarüstemi’nin filmlerinde hissettirmeye çalıştığı duyguları kendi çocukluğumla ciddi boyutlarda bağdaştırırdım. Eminim pek çoğumuz için durum aynıdır. Sonuçta çok başarılı bir sanatçının aynı topraklardan çıkmış eserlerine bakıyoruz. Yönetmenin diğer filmlerinden de tanıdığımız durgunluk halini çocuklar üzerinden görmek hele de bu denli telaşeli bir durumu sakin, büyüklerinden çok daha bilinçli, merhametli bir çocuk üzerinden izlemek son derece dokunaklı. Duyuları uyarma konusunda da ciddi başarı söz konusuydu şahsımca. O sınıfın kokusunu, ahşam kapıların soğuk tahtaları, hava karadığında duyduğumuz köpek sesleri… Birinci elden hissettirir. Bunların yanı sıra filmin rahatsız ediciliğini es geçemem. Dinlenmeyen ufak çocuk. Zaman kaygısı. Tekrar eden diyaloglar.
Masumiyetin doğru düzgün yükselemeyen sesi. Kararan hava. Gece dışarda olmaktan ötürü aile tepkisi kaynaklı tedirginlik. İçten içe yolunu kaybetmekten korkmak…
Zor bir filmdir. Zordan ziyade yorucu; izledikten sonra insanı sadece durmaya, düşünmeye, hatırlamaya iten bir film. Herkesin hayatında bulunmuş minik detayların yoğunlaştırılıp çocukluk kaygılarımızla izlettirilmesi gibiydi. Artık büyüdük, dışardan bakan bir göz olarak neyin ne olduğunu fark edebildiğimiz için, o çocuğa sarılmak istiyoruz. Gerçekten çok başarılı işlenmiş film aynı zamanda yönetmenin sonradan Köker üçlemesi olarak anılacak serinin ilk filmi.
Certified Copy – Aslı Gibidir (2010)
“Eğer birbirimizin zayıf yanlarına daha fazla tolerans gösterseydik, daha az yalnız kalabilirdik.”
Film boyunca hangi rolün gerçek olduğunu anlamakta güçlü çekiyoruz. Bu ikilem sık sık karşılaştığımız bi şey olmadığından hoş gözüküyor. Yapıttan anladığım şu, iletişim problemi ve birbirine uymayan insanlarla yürümez. Onlarsa hem birbirlerini dinlemediler hem de karşılıklı uygun kişiler değildiler. James kesinlikle evlilikle yaşamını sürdüremeyeceklerdi sorumsuzun biriydi Elle ise düzene aşık ilgisever hoş bir kadın. Zaman içinde ikilinin birleşmelerini ayrılıklarını tartışmalarını izliyoruz. Bir süre evliler mi değiller mi anlamıyoruz. Aklımız hep karışık olsa da film bitikten sonra boğaza oturan yumruyla sadece “bazen olmaz” diyebiliyoruz.
Eser Kiyarüstemi’nin İran dışında çektiği ilk film olmasına rağmen yine profesyonelliğini konuşturmayı başarıyor. Juliette Binoche ise Cannes’da en iyi kadın oyunu ödülünü alıyor.
And Life Goes On – Ve Yaşam Sürüyor (1992)
“Sanat demek mutlu ve güzel şeylerin seni etkilemesi demektir. Sanat insanları gençleştirir, onları ihtiyar yapmaz. Evet, hayatta kalmaya devam etmek de bir sanattır. Sanırım her şeyin en yüce sanatı budur, sizce de öyle değil mi?”
Film Köker üçlemesinin ikinci filmi. Tahran’da zamanında meydana gelen ve 50 binden fazla ölümle sonuçlanan bir depremi yansıtıyor. Yapıtta “Arkadaşımın Evi Nerede”de oynayan baş karakteri arayan bir baba oğul görüyoruz. Maalesef deprem bu baş karakterin köyünde Köker’de meydana geliyor.
Belgesel tadını hissedebileceğiniz bir eser. Bazı komik yerlerinin yanı sıra büyük bir acıya hayatın tüm gerçekleriyle tanık olabilirsiniz. İşte zaten filmin öne çıkan yönünü burada görüyoruz yaşanan tüm kötü şeylere yıkımlara kayıplara rağmen yaşamın devam etmesi. Çocukların maç izleme heyecanı, evlenecek çiftlerin evlenmesi, buruk bir hüzünle çiçeklerin sulanması… Gördüğümüz gerçeklik aynen ilk filmde olduğu gibi tam anlamıyla kalbimize işliyor.
Like Someone in Love – Sevmek Gibi (2012)
“Yalan olacağını bildiğin zaman soru sormamak en iyisidir. Tecrübenin bize öğrettiği budur.”
Film zaten pek çok kişinin taraflı olacağı konuya değindiğinden tepki çekmeye oldukça müsait. Elimizde katmanlı bir hikaye yok oldukça düz dolayısıyla geçişli bir hikaye anlatıcılığı da yok ki zaten bu bir zorunluluk değil. Yüzeysellikler, değinilip bırakılan detaylar olabilir. Her zaman başta duvara asılı gördüğümüz silah patlamayabilir işte benim sevdiğim kısım da bu yani hayat gibi her detayın beklediğimiz aksiyonda bir anlamı olmayabilir. Buna en güzel örnek filmde profesörün bulduğu bilekliğin senaryoya yüksek katkısı olmayışıdır.
Kiyarüstemi gerek çekimleri gerek diyaloglarıyla kendisini hissettiriyor. Birbirini takip eden uzun araba sahneleri, su akar yolunu bulur tadında konuşmalar, günlük hayatı izlettirmeler. İşte bunlar tanıdık olduğumuz yanlar. Uluslararası işlerde de kendini gösterdiğini daha önce de görmüştük.
Anlatış biçimi olarak garip boşluklar bulduğum bir filmdi. Aslına bakıldığında bunlar, hikayeye dahil olmamızı kolaylaştırabilir, bulduğumuz aralıkları kendimiz tamamlama özgürlüğünü daha iyi tatmamızı sağlayabilirdi ve bu keyifli de olabilirdi fakat karakterlerin duygularını, ne istediklerini kestiremedim. Elimizdeki ögeler, yaşananları hissettirerek açıkları kapatmak için fikir verme derecesinde bana yeterli gelmedi. Haliyle böyle olaylar, gösterilen durumlar da alışık olduğum şeyler olmadığından boşlukları nasıl doldurmam gerektiğini çıkartamadım.
Yönetmenin diğer filmleri kadar keyif vermedi. Yine de Kiyarüstemi başarılı bir yönetmendir 🙂
Through the Olive Trees – Zeytin Ağaçları Altında (1994)
”Pencereleri şuraya koyacağım. Sabah uyandığında dağları karşında göreceksin. Ve karşındaki dağlar kalbini neşeyle dolduracak…”
Depremin ardından yıkıntı bir köyde geçen çekimleri anlatan film 103 dakika sürmektedir. Sürekli tekrara düşüyorum ama bu filmde de belgeselimsi tatlar görebiliriz. Yönetmenin tam yaşamın kalbinden konuşmasından kaynaklıdır bu tekrara düşmelerim.
Bu yıkıntı köyde “Ve Yaşam Sürüyor”da geçen bir sahnenin çekim serüvenini görürüz. Erkek karakterimiz rol gereği eşi olan kadına aşık olur kadınsa asla cevap vermez, yüksek ihtimal dahil olduğu çevrenin baskısı dolayısıyla çekinir, adamsa tertemiz vaatlerde bulunur. Güzel çiçeklerin ahşap evlerin ve bolca taş toprak göreceğimiz eserde diğer filme dönüş olması oldukça boştur. Küçük detaylarla derin hisler yaşatır.
The Wind Will Carry Us – Rüzgar Bizi Sürükleyecek (1999)
“Öbür dünyanın güzel olduğunu söylüyorlar daha güzel olup olmadığını kim dönüp geri, söylemiş ki.”
Şiirselliği buram buram hissedebileceğimiz alegorik anlatımla şahlanan gerçek bir İran filmi. Elle tutulur ek bir şey göremediğimiz filmden zevk alma ihtimalimiz yüksektir çünkü yineliyorum bu film de hayattan. Kiyarüstemi’nin huyudur gerçek yaşamı sever biz de onu severiz. Flmografisinin güzelliğiyle mest olacaksınız resmen yağlı boya tablosu gibi çorak yollar ile buğday başakları ve yarım kalan türküler. Furuğ ve Hayyam ile şiirsel anlatıma doyuyoruz
Konumuz ise bir köyü arayan insanlar. Köyü arıyorlar ve ölümü bekliyorlar. Arabanın içinden yol göstericileri olan büyük ve tek başına bir ağacı arıyorlar çekimler bize yolları gösteriyor. Nihayet küçük karakterimiz Farzad aracılığıyla köyü buluyorlar. Farzad’ın babaannesi Melek hanımın ölümüyle ağıtları dinliyorlar tepkileri ölçüyorlar. Amaçlarından sapan ve köylüyle sıkı iletişime geçen ana karakterimiz Behzat. Burada iki tip karakter görme şansımız oluyor Berzad gibi beklerken bir şeyler arayanlar ve meslektaşları gibi beklerken sadece çilek toplayanlar.
Ten – On (2002)
Kiyarüsteminin imzası sayılacak araba yolculuklarını bu sefer abasından boşandığı için annnesine öfkeli hadsiz bir çocukla yapıyoruz. Ninesine verdiği cevaplar özellikle erkek çocuklarının toplumdan ve babalarından nasıl olumsuz etkilenebileceğini görüyoruz.
Çocukların kolay manipüle oluşlarına en güzel örnek. Diyaloglarıyla yarı doğaçlama olarak geçiyor. Kesinlikle bizi özellikle orta doğunun sosyal yapısı hakkında bilgi sahibi yapıyor ve feminizm dersi veriyor.
Homework – Ev Ödevi (1989)
“Öğretmeninin ortadan kalkmasını ister misin
O zaman bize kim ödev verir”
İşte bu gerçekten belgesel. Başlangıçta çocukların dini ve ideolojik ögeler eşliğinde yapılan törenle okula girdiklerinin görüyoruz. Okulda sadece erkekler var yönetmenimiz ise tek tek bazılarıyla konuşup onlara sorular soruyor bu sorular ödevlerinizi yapıyor musunuz, kimle yapıyorsunuz, yapmadığınızda cezanız nasıl oluyor ya da sevdikleri çizgi film hangisi gibi sorular yöneltiyor. Çocukların kimisinin annesi ve babası okuma yazma bilmiyor. Bakıldığında çocukların korkuları, endişeleri ve sevdikleri şeyler açıkça yüzlerinden okunuyor. Bazı çocukların verdiği yanıtlar içinizi acıtabilir.