Home > İnceleme - Analiz > Dans la Ville Blanche: Lizbon’da Sokaktaki Adam

Dans la Ville Blanche: Lizbon’da Sokaktaki Adam

Alain Tanner sineması genellikle kendi hayatını kuşatan çevresel ve sistemsel etmenlere karşı bir duruş gerçekleştirebilen karakterleri barındırır. Zaten eklenemeyen karakterlerin en sonunda mukaddes nizam denilebilecek düzendeki bu davranışları Charles mort ou vif filminde olduğu gibi çıkar odaklı iş dünyası içinde sorun yaratabilir ya da Messidor filminde olduğu gibi farklı yönlere de kayabilir. Bu açıdan Charles mort ou vif’da patron bir anda çekip gider, Messidor filmindekiler otostopla yola çıkarlar, Dans la Ville Blanche filmindeki Paul ise gideceği yere zaten varmış olarak Lizbon’da gemiden iner. En azından bir süre nereye gideceğini bilemese de kafası karışık olsa da ikamet edeceği Lizbon onun için dönüm olacak bir durak olur.

Örneğin Charles mort ou vif filminde dönemin 68 hareketi ile bağlantılı bir tavırla, kapitalist bir patronun bir gün her şeyi bırakıp kırsalda bir çift ile komün hayatı yaşamaya başlamasını anlatır. Çiftin yaşamı idame etme yolları birileri için sorunludur topluma aykırı görülen davranışlardır. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, sistemi sekteye uğratan bir nevi zararlı hale gelen kişinin paradigmaya uyumlanmamasının cezasını kesmek isterler. Böylece filmde patron bir türlü rahat bırakılmaz.

Lizbon’da sokaktaki adam

Yönetmenin sinemasındaki bu söyleminin görülebildiği Dans la Ville Blanche filmi de yine bir monotonluğun, çeperin içinden çıkma hali ile başlar. Paul, kendi deyimiyle sonsuzluğun içindeki günlerini geminin içine kapanmış bir şekilde çalışarak geçirir, böylece artık zaman da mekânda anlamsızlaşır, ancak Paul Lizbon’da iner ve bir daha gemiye dönmez. Bu hareketi onu Atilla İlhan’ın romanındaki gibi sokaktaki adama dönüştürür.

Romanda şöyle bir alıntı vardır: “boğaz vapurundayım. Paşabahçe’de inecek, bir çay içeceğim. Yeniköy’de bir kahvede, gazete ilanlarından iş arıyorum. Yollarda beni itip kakıyorsunuz. Hor gördüğünüz, küçümsediğiniz gözlerinizden belli. Oysa, ben hiç kötü bir adam sayılmam. Yalnızım belki. Belki şaşkınım. Belki ne yapacağımı bilmiyorum. Fakat kötü değilim. Sadece, yaşamak zorlaşıyor ve birçokları gibi “bir dümenini” bulamıyorum.” Edebiyat ve sinemadaki “Sokaktaki adamın” bu tasviride Paul için çok uygundur.

Sokaktaki adam ile uyumu kuşkusuz birçok romana, öyküye ya da filme de kondurulabilir. Farklı bağlamlarda bireyin ele alınması başattır elbette. Sinema tarihinde de toplumsal, bireysel faktörlerle sokaktaki adamların izi sürülebilir ancak Dans la Ville Blanche örneğinde birbirine bu kadar benzeyen ve filmde de benzer atmosferleri duyumsanan örnekler çok değerli ve manalıdır.

Romanla birlikte Biket İlhan’ın 1995 yapımı uyarlaması filmindeki Hasan’da gemicidir bir gün Beyoğlu’na iner. Özellikle filmdeki İstanbul ve Lizbon sokakları Paul’u ve Hasan’ı benzer atmosferlerde gezdirir. İstanbul’un 1950’lerdeki gayrimüslimlerin işlettiği meyhaneleri, Lizbon’un barları, kafeleri ile karakterlerin haleti ruhiyelerini taşıyan bu iki kent hiç olmadığı kadar birbirlerine benzerler böylece. Hasan ile sanki aynı kentin farklı bucaklarında dolaşıyor gibidirler.

Hasan’a benzer olarak Paul da bilinmezlik içindedir. Tatilde olmadığını söyler çünkü tatilde bile bir plan, tasarı vardır oysa onun hiçbir tasarısı yoktur. Yazdığı mektupta hiçbir şey yapmadığını açıklar, karısı ise hiçbir şey yapmamayı anlamakta zorlanır. Eylemlilik halinin açmazlarını ve yabancılaştırmasını mevzuubahis eder Paul. Böylece o da Hasan gibi Sokaktaki adam oluverir.

Filmdeki sokaktaki adamın sinemadaki diğer örneklerinde olduğu gibi, Antonioni’nin Professione: reporter filminde de başka bir kimliğe bürünmenin, kaçışın ve bir nefes almanın rahatlatıcı özgürlüğüne de sahiptir Paul. Paul’u rastgele etrafını duyumsarken gülümserken görebiliriz. Etrafına yabancı iken bir taraftan da dahil olabilmenin, onun içindeki küçük devinimlerin duygusunu da alabiliyordur. Ya da Georges Perec’in yine örneğini verdiklerimde olduğu gibi sinemaya da uyarlanmış Un homme qui dort eserindeki uyuyan adamdır da aynı zamanda.

Dans la Ville Blanche özetle Alain Tanner sinemasının Aylak adam, uyuyan adam ya da Sokaktaki adam diyebileceğimiz karakterlerinin eylemlilik halleri ile varoluş üzerine hakikatlerini ve bu konuda, paradigmanın dışına çıkmaları ile serüvenlerinin başladığı filmlerinin bir örneğidir. Paul Lizbon’da yeni bir kadınla tanışır, bir otelde kalır, sokaklarını, pazarlarını dolaşır, Hasan gibi bıçaklanır, parası çalınınca hırsızlık yapmaya çalışır ve kamerasıyla her şeyi kaydedip mektuplarıyla karısına gönderir. En sonunda kendisi için en iyi ülkenin denizler olduğunu söyler ve gider. Tanner, sinemadaki ölü zamanı çarpıcı bir şekilde kullanır ve kent ile atmosferi biçim olarak muazzam kurgular, yansıtır. Örneklerini görebildiğimiz, filmin ve karakterin derdinin benzer olduğu Sokaktaki Adam’daki gibi İstanbul ve Lizbon mekânsal olarak aynı muhteviyata sahip olurlar. Paul da sokaktaki adam haline gelir.