İran sineması taşla kaplı yolların kıyısına serilmiş bir hikaye gibi akar: görünmez ama oradadır, sessizdir ama yankılanır. 1979 Devrimi’nin ardından yasakların gölgesinde büyüyen İran sineması yalnızca bir sanat alanı olmaktan çıkıp toplumsal ve siyasal bir hafıza mekanizmasına dönüşmüştür. Uygulanan katı sansür politikaları yönetmenleri doğrudan politik söylemlerden uzak durmaya zorlamıştır. Ancak bu baskı onları daha yaratıcı, daha metaforik bir sinema dili oluşturmaya itmiştir. Sinemayı yalnızca bir anlatı aracı olmaktan çıkararak bir hafıza mekanına bir sivil direniş biçimine dönüştürür.
Yönetmenler, kelimelerin yasaklandığı yerde görüntüyle konuşmayı, doğrudan söylemin susturulduğu bir ortamda metafor ile bağırmayı öğrenmiştir. Kiarostami‘nin yalınlığı, doğallığı ve toprakla kurduğu şiirsel bağ, Panahi’nin bütün yasaklara rağmen direnişi ve dört duvar arasına sığmayan hatta taşan kamerası, Farhadi’nin gündelik hayattaki ahlaki çatışmaları katman katman sunması ve bize de hissettirdiği ahlaki krizler; İran toplumunun içsel çalkantılarının sinema aracılığıyla evrenselleşmesinin ve hatta dünya sinemasında İran sineması diye bir gerçeği oluşmasına sebep olmuştur. Ve bu sinemanın ürünleri birer anlatı değil toplumsal yaraya dokunan birer parmak gibidir. Bu sinemanın gücü, sansürün sınırlarında dolaşırken gerçeği örtmeden gösterebilmesinde yatar. Kameranın karşısına sıradan insanları, gündelik hayatın basit görünen ama derin yaralara işaret eden hikayelerini çıkararak evrensel bir dil yaratır. İran sineması en çok sıradan insanların hayatlarını sahneye taşıyara kbüyük anlatıların içini boşaltır. Çocukların gözünden anlatılan hikayeler, sessizlikle kurulan diyaloglar, kapalı kapılar ardında yaşanan çatışmalar hem İran’ ın toplumsal belleğini hem de insanlığın ortak dertlerini görünür kılar. Hepsi bastırılmış bir halkın duygularını, kuşatılmış arzularını görünür kılar. Kamera çoğu zaman karaktere değil bir toplumun suskun belleğine döner.
Dünya festivallerinde ses getiren bu filmler, seyirciye yalnızca bir ülkenin hikayesini değil insan olmanın evrensel sancılarını hatırlatır. İran sineması izleyen seyirci ekranda yalnızca bir film değil aynı zamanda susturulmuş bir halkın umutlarını, kaygılarını ve direncini de görür. Bugün İran sineması bir estetik değil bir mücadele biçimidir. Her film rejimin koyduğu bir sınırı dolanırken görünmeyeni gözler önüne serer. Her sahne bir sızıntı gibidir: Sistemin ördüğü duvarların arasından süzülen insani bir ses gibidir. Bu yüzden İran sineması yalnızca beyazperdede değil vicdanlarımızda yankılanmaya devam eder.