2025 Cannes Film Festivali’nin En İyileri
2025 Cannes Film Festivali’nin son günü, bölge çapında bir elektrik kesintisiyle -söylentilere göre bir sabotaj eylemi- ve kapanış töreninde birkaç sürprizle gölgelendi. “Cannes’da her zaman beklenmedik bir şeyler olur,” dedi Amerikan yıldız John C. Reilly, İtalyan yapımı Western filmi Heads or Tails? için festivaldeyken. Kimse, Palme d’Or kazananı Titane’in yönetmeni Julia Ducournau’nun Alpha filminin neredeyse herkes tarafından hayal kırıklığıyla karşılanacağını da öngörememişti. Yani bu sene Cannes her sene olduğundan daha fazla gıybet yaptırdı bence sinemaseverlere. Ama ben dedikodu postasını fazla takip etmediğim için kendimce en çok beklediğim filmleri sizler için sıraladım. Peki “seni 15’te durduran ne oldu?” diye soracak olursanız, “bu tamamen bir rastlantı” derim.
Seçkiye bizden bir filmle başlıyorum çünkü Fatih Akın’ı ve filmlerini çok seviyorum. Hepinize iyi okumalar.
AMRUM
Fatih Akın’ın şiirsel ve zarif bir şekilde minimalist II. Dünya Savaşı draması, 12 yaşındaki bir Hitler Gençliği üyesine ilgi duymamızı, hatta belki de ona sempati beslememizi istiyor. Akın, duygularımızı yönlendirmeyi o kadar iyi başarıyor ki bu yönlendirme bizi rahatsız etmiyor. Amrum’u duygu yüklü kılan şey, filmin başında çocuğun farklı koşullar altında büyümüş olsaydı sıradan, iyi bir çocuk olabileceği gerçeğini fark etmemiz. Bu, yalnızca iyi gözlem yapabilen bir yönetmenin düşündürebileceği bir şey: Her kötülüğün kökünde bir insan var ve bu kötülüğü etkisiz hale getirmenin tek yolu o kökeni bilmek.
The Chronology of Water
Kristen Stewart’ın ilk yönetmenlik denemesi, Lidia Yuknavitch’in cinsel taciz dolu bir evde büyüdüğünü, bu psikolojik mirastan yüzme, uyuşturucu, seks ve diğer kaçış yollarıyla kurtulduğunu ve nihayetinde yazar olarak kendini bulduğunu anlattığı anı kitabına dayanıyor. Fragmanını izlediğim günden beri merakla beklediğim bu filmde Stewart, hikâyeyi, izleyiciyi içine çeken keskin ve derinlemesine anlardan oluşan bir seri olarak sunuyor. Imogen Poots’un çarpıcı performansı, Lidia’nın açlığını ve içindeki parçalanmış boşluğu iyi yakalıyor.
Eddington
Ari Aster’in cesur sosyolojik Western gerilimi Eddington, alışılmış sanatsal düşünce kalıplarını altüst ediyor. Film, 2020 yazında, COVID salgını sırasında New Mexico’nun Eddington kasabasında geçiyor. Yerel şerif Joe Cross’un (Joaquin Phoenix) maske takmayı reddetmesiyle sıra dışı bir başlangıç yapıyor. Ancak COVID sadece bir başlangıç noktası.
Eddington, tarikatlara ve komplo teorilerine saplanmış, belki de aklını yitirmiş, yeni bir Amerika’nın aynadan yansıyan büyük çöküşünü, hem korkutucu hem de neşeli bir tavırla gözler önüne seriyor.
Highest 2 Lowest
Spike Lee, Akira Kurosawa’nın High and Low’unu yeni zirvelere taşıyarak eğlendirirken, kültürün nereye gittiğine dair tehlike çanları çalan, ruh arayışında bir tür filmi sunuyor. Bir kaçırılma, hip-hop yapımcısı David King’in (Denzel Washington) bir yandan ailesi ve mirası için mücadele etmek zorunda kalmasına bir yandan da hayatını etkileyen ölüm kalım içerikli ahlaki bir ikileme sıkışmasına sebep oluyor. David, sevdiğini geri alırken, Lee’nin bir sinema hocası, gerçekleri konuşan biri ve topluma mal olmuş bir bilge olarak kendi tutkularını izliyoruz.
Homebound
Uzun zamandır ana akım bir Hint yapımının bu kadar kanlı canlı hissettirdiği görülmemişti. Neeraj Ghaywan’ın yoksul gençlerin koşullarından kaçmaya çalışışını anlatan hikâyesi, hem dokunaklı bir karakter çalışması hem de modern Hindistan’a yönelik keskin bir eleştiri. Homebound, geleneksel Bollywood sosyal draması tarzında inşa edilmiş; yani doğrudan seyirciye hitap eden geniş siyasi mesajlar içeriyor, ancak başrol oyuncuları bu bariz sinematik biçime hareketli, doğal bir incelik katmayı başarmış. İzlemek için farklı bir film arayanlara tavsiyemdir.
Yek Tasadef Sadeh
Şunu bilmekte fayda var: “İranlı yönetmen Jafar Panahi İran’da hapis yatmış bir yönetmen.” Palme d’Or kazanan filminin beş başrol karakteri de hapiste zaman geçirmiş gibi öfkeli bir şekilde mücadele etmeye hazır olarak kamera karşısına geçmişler. Her biri, kendilerini işkence eden tek bacaklı savcıyı tanıyacağını söylüyor, ancak hiçbiri bu adamı kendi gözleriyle görmemiş. Vahid’in (Vahid Mobasseri) çalıştığı oto tamirhanesine bu adamın topallayarak girmesiyle bir hesaplaşma başlıyor: Vahid adamı kaçırıyor, diğer mağdurları toplayarak kimliğini doğrulamaya ve adaleti sağlamaya çalışıyor. Yavaş tempolu bu hikaye, Samuel Beckett’in absürtlüğü ile Tarantino’nun intikam dolu anlatılarından birini buluşturmuş adeta. Karakterlerin geçmişleri, Panahi’nin hapiste duyduğu hikâyelerden de doğrudan esinlenilerek yazılmış.
Jüri başkanı Juliette Binoche filmin aldığı ödülü duyururken, “Sanat, en değerli, en canlı parçamızın yaratıcı enerjisini harekete geçirir. Karanlığı bağışlamaya, umuda ve yeni hayata dönüştüren bir güçtür,” dedi. Panahi ise sahnede yaptığı konuşmada, en önemli şeyin ülkesinin geleceği olduğunu belirterek, “Güçlerimizi birleştirelim, kimse bize ne tür kıyafetler giymemiz gerektiğini veya ne yapmamız veya yapmamamız gerektiğini söylememeli” diyerek sözlerini tamamladı.
Ástin Sem Eftir Er
Hlynur Pálmason’un Ástin Sem Eftir Er’i, düzenli hayatları ve zihinleri çözümlemeye çalışırken sürrealizme doğru sarmallanan, acı dolu, komik ve giderek çıldırmış evlilik sahnelerinden oluşan bir albüm gibi. Yani, anlatımımdan da anlayacağınız üzere, biraz karman çorman. Sanatçı Anna (Saga Gardarsdottir), denizci kocası Magnus’tan (Sverrir Gudnason) ayrılmış olmayı isterken, Magnus üç çocuğuyla paylaştığı evde ve bazen yatağında inatla varlığını sürdürüyor, Anna’nın giderek daha çok sallantıda bulduğu bir ailevi istikrarı korumaya çalışıyor.
The Mastermind
Kelly Reichardt, geleneksel müze soygunu hikâyelerinin gösterişli ve abartılı dramasına zekice bir karşılık sunmayı başarmış. The Mastermind, tuhaf bir mizah ve melankoliyle, sıradan bir insanın sıradan hayatın günlük zorluklarıyla karşılaştığında yapabileceklerini anlatıyor. Filmin ana fikrini bir cümle ile özetleyecek olursam: “Dünya size hiçbir şey borçlu değil, ondan çalarsanız, o da sizden çalar.” Diyebilirim.
My Father’s Shadow
My Father’s Shadow, basit bir yapıyla yüksek bir başarı sergiliyor. Akinola ve Wale Davies kardeşler tarafından yazılan ve Akinola Davies tarafından yönetilen film, iki genç erkek kardeşin babalarıyla birlikte Nijerya’nın kırsal bir köyünden hareketli başkent Lagos’a yaptıkları bir günlük yolculuğu anlatıyor. Ancak seyirci bu samimi ve iyi gözlemlenmiş dramaya kendini kaptırmışken, alttaki şiddetin ve çekişmenin açığa çıkmasıyla halı ayaklarının altından çekiliveriyor. Ki bu, filmi tamamen altüst eden ve derin bir hümanist anlatıya yükselten yıkıcı bir numara. Afrika sineması son dönemde oldukça başarılı örnekler üretmeye başladı ve bence bu film de onlardan biri.
Nouvelle Vague
Richard Linklater’ın Breathless (1960)’ın yapımını anlatan zekice ve büyüleyici belgesel-dramı, Jean-Luc Godard’ın (Guillaume Marbeck) güneş gözlüklerini hiç çıkarmadığı haliyle adeta sihirli bir şekilde canlanıyor. Bu esrarengiz kalite, 1959 Paris’inde, Breathless’ın çekildiği sokaklar, kafeler ve otel odalarına bizi taşıyan filmin tamamına yayılıyor. Godard, filmini doğaçlama yapmaya karar vermiş. Bu hikâyenin hikâyesini anlatmak da adeta bir cini yeniden lambanın içine sokmaya çalışmak gibi olmuş; Godard’ın özgür ruhunu Linklater’ın yeniden yaratışındaki cesaretle birleştiğinde, deneyimlemek için heyecan verici bir film ortaya çıkmış. Beklediğinize değecek bir film bence.
Kuang Ye Shi Dai
Long Day’s Journey Into Night’tan yedi yıl sonra, Bi Gan, gösterişli bir hırsla, hem eğlenceli hem de tuhaf, 20. yüzyıl sinema rüyasında melankolik ağıtlar sayılabilecek filmlerin birleşimi bir filmle Cannes’a döndü. Kuang Ye Shi Dai, basit yapılar bekleyen izleyicileri kesinlikle zorlayacak, ancak filmlerin bizi etkileme biçimini özleyenler için, sinema sanatının kaybolmuş inceliklerini sunan göz kamaştırıcı bir ders niteliğinde.
O Agente Secreto
Kleber Mendonça Filho’nun O Agente Secreto’su 1977 Recife (Brezilya’nın Kuzey/Kuzeydoğu bölgesinde bir şehir)’sinin görüntülerini, seslerini ve boğucu iklimini yansıtan güçlü bir anı dalgası. Karnaval, neredeyse 100 ölüm ve kaybolmanın örtbas edilmesi için uygun bir ortam sağlıyor. Bu 158 dakikalık 1977 filmi, sıradan yolsuzluğun her yanı sardığı bir dönemi anlatıyor. Mendonça, en kötü zamanların bile sapkın bir şekilde nostaljiye ilham verebileceğini bizlere göstermeyi başarmış.
Affeksjonsverdi
The Worst Person in the World kadar üslup olarak radikal olmasa da, Joachim Trier’in katmanlı aile dramı, sinemada artık tüketmiş olabileceğini düşündüğünüz duygulara yeniden tercüman olma noktasında başarılı. Filmde, Renate Reinsve, babasıyla (Stellan Skarsgård) bir film çekmek istemeyen öngörülemez bir aktris olarak karakterize edilmiş. Filmde, sıradan olanda derinliği, belirsizlikte çözümü ve acıda iyileşmeyi bulabileceğimiz anlatılıyor. Affeksjonsverdi aynı zamanda film yapımı ve sanatçılık hakkında da bir film. Büyüleyici ama kusurlu karakterlerden, yaratarak affetmelerini istiyor.
Sirât
Hepimiz sadece acımasız bir Tanrı’nın oyuncağıyız. Oliver Laxe’in olağanüstü tuhaf ve sinir bozucu yolculuğunda, bu Tanrı, karakterlerin sayısını yavaşça azaltan, ruhlarını tüketen ve umuttan sonraki hayatı düşünmeye zorlayan görünmez bir güç. İzleyici için bu, Laxe’in kendisi olabilir; bizi öngöremediğimiz ve hayal etmediğimiz yollarla sarsmayı başarıyor. Film aynı zamanda sizi içsel bir yolculuğa, bir transa, dansa, kendini ifade etmeye davet ediyor adeta.
Urchin
Urchin‘de hiçbir iyi iş cezasız kalmaz! Londra’da geçen ve bir karakter incelemesi olan film, o kadar çok sofistike ve dünya bilgeliği sergiliyor ki yazarının, yönetmeninin ve yardımcı oyuncusunun sadece 28 yaşında olduğuna inanmak zor. Ülke çapındaki evsizlik krizine alçakgönüllü bir özen ve açıklıkla yaklaşan film, hapishane, yurtlar ve sokaklar arasında gezinen genç bir adamı (Frank Dillane) merkezine alıyor. Film tüm yoksul demografiyi temsil etme iddiasında değil ancak anlatı içerisinde bireylere odaklanarak genel hakkında politik bir bakış açısı aktarmayı başarmışlar.
2025 Cannes Film Festivali, sinema dünyasının sınırlarını zorlayan bir festival olmayı bu yıl da başardı. Fatih Akın’ın derinlikli dramından Ari Aster’in cesur Western’ine, Jafar Panahi’nin öfkeli mizahından Kristen Stewart’ın dokunaklı yönetmenlik denemesine, bu 15 film ve festivale katılan diğer tüm filmler sinemanın evrensel gücünü hepimize tekrar gösterdi. Bence festivaldeki filmlerin her biri, farklı hikâyeler ve duygularla izleyiciyi içine çeken birer hazine. Bazı spekülasyonlar konuşuluyor olsa da ben hâlâ Cannes Film Festivali’nin genel olarak bize kaliteli bir seçki sunduğunu düşünüyorum. Benim seçtiğim 15 film de sinemaseverlere festivalin ruhunu yeniden yaşatmak için bir davet niteliğinde sadece. Hepinize sinema dolu günler dilerim…