Michelangelo Antonioni’nin görkemli filmografisinde gölgede kalan, başrollerini Jack Nicholson ve Maria Schneider’in paylaştığı 1975 yapımı The Passenger (Professione: Reporter) filmi; çalıştığı kanal tarafından Afrika’daki çatışmaları takip etmek ve röportaj yapmak için gönderilen David Locke adındaki gazetecinin hikayesini anlatır. Film, Locke’un kendisine eşlik edecek olan Afrikalı yardımcısını bulmaya çalışmasıyla başlar. Gerillaların kampına röportaj yapmak üzere yola çıkan gazeteci, devriye gezen askerleri gören yardımcısı tarafından çölün ortasında terk edilir. Arabası da kuma saplanan David Locke, sonunda oteline yürüyerek vardığında susuz ve bitkin bir haldedir. Afrika’da kaldığı otelde tanıştığı, kendisinin iş için burada olduğunu söyleyen vatandaşı Robertson’ı yatağının üzerinde ölü bir şekilde bulur. Arkadaşının yüzünü biraz inceledikten sonra ölmüş adamın sandalyedeki gömleğini sırtına geçirir ve pasaport resimlerini değiştirir. Otel görevlisine 11 numaradaki David Locke’un öldüğünü söyler. Gazeteci David Locke, artık geçmişinden ve kişiliğinden bihaber olduğu Robertson kimliğindedir.
Londra’daki sadakatsiz karısı Rachel, televizyondan kocasının “ölümünü” öğrenir. Kocasının çalıştığı kanalda yapımcı olan Martin’e ulaşır ve kocasının Afrika’daki son kayıtlarını görmek ister. O sırada David Locke, yeni kimliğiyle Robertson, Münih’e uçar ve havalimanındaki kilitli dolaptan Robertson’ın gizli belgelerini alır. Havalimanında onu gözetleyen iki adam Locke’u kiliseye kadar takip eder. Locke burada bir düğüne şahit olur ve düğün bittikten sonra onu gözetleyen iki adam Locke’un yanına gelip az önce aldığı gizli belgeleri ister ve Locke’u Robertson zannederek ödemenin bir kısmını yaparlar. Robertson aslında Afrika’daki savaşta gerillalara silah kaçakçılığı yapan biridir. Locke, yeni kimliğinde adeta bir üçüncü şahıstır.
David Locke, “iş” yaptığı adamlarla tekrar görüşmek üzere Barcelona’ya gider. Öldükten sonra kocası hakkında düşünmeye başlayan Rachel, yapımcı Martin’i kocasının en son görüştüğü Robertson’ın kaldığı oteli öğrendikten sonra Barcelona’ya yollar. Martin’in kendisi için geldiğini anlayan Locke oradan koşarak uzaklaşır ve gözden kaybolmak için Gaudi’nin erken dönem eseri Paulo Guell’in içine girer. Burada Gaudi’nin eserlerini gezen mimarlık öğrencisi kızla tanışır. Tanıştığı kızın izini kaybeden Locke onu aramaya başlar ve tekrar başka bir müthiş Gaudi yapısı olan La Pedrera’da bulur.
Eşyalarını Martin’e yakalanmadan otelden toplamak isteyen Locke, kızdan yardım ister ve eşyalarını onun için otelden almasını söyler. Bu yardımla beraber ilişkileri iyice gelişir ve kız Locke ile yola çıkar. Hikayesini dinleyen kız, Locke’a arabada giderken muhtemelen çoğu seyircinin de soracağı bir soru sorar: Neyden kaçıyorsun? Locke kıza arkasını dönmesini söyler. Bu sahnede anlarız ki David Locke bir şeyden kaçmıyordur veya bir yere gitmiyordur. O sadece zamanın nehrinde akıştadır. Yeni kimliğinde tanık olduğu yeni olaylara karşı olan pasif vaziyetini akıp giden zamana karşı da almıştır. Bu pasif halini ve yeni kimliğinde bilgi edinme sürecini anlamak için adına bakmalıyız. Karakterimizin adı, empirizmin en önemli iki temsilcisi David Hume ve John Locke’un isimlerinin birleşmesiyle meydana gelir. Bu filozofların görüşüne göre bilgi, a priori (önsel, deneyime dayanmayan) değil, a posterioridir. (sonradan gelen, deneye dayanan)
David Locke yeni hayatında bir nevi Tabula Rasa’dır. Boş levhasını deneyimle doldurur. Bu süreç içerisinde o, yeni hayatına ve zamana karşı sadece bir seyircidir.
Filmin sonundaki 11 dakikalık plan sekans şüphesiz sinema tarihinin en özel anlarından biridir. Kamera özgün bir teknikle penceredeki sık parmaklıkların arasından dışarı doğru süzülür ve dışarıyı 180 derece görür. Yatağında uzandığını gördüğümüz David Locke ölmüştür. Ancak ölümüyle özgürleşmiş, özgür ruhu olaylara parmaklıklar arasından süzülerek tüm çıplaklığıyla bakabilmiştir. Ölümünden sonra teşhis için gelen Rachel, Locke’un cansız bedenine bakıp onu tanımadığını söylerken Barcelona’da tanıştığı kız tanıdığını söylemiştir.