Şüphesiz ki yakaladığı şöhretten kat be kat daha fazla yanlış anlaşılan, veyahut anlaşılamayan eserlerin başında Makyavel’in “Il Principe”si gelir. Yazıldığı günden bugüne, 5 koca asır boyunca sürekli etkisini arttıran, dünyadaki hemen her dile çevrilen, kısa sayılacak bu metnin siyasetçiler, liderler, krallar için bir el kitabı olduğunu düşünmek en hafif tabirle saflık olarak nitelendirilebilir. Aksine kısa metninden bağımsız bir şekilde, amacı anlaşılarak ele alınabilseydi, günümüze kadar çoktan yasaklatılmış, toplatılmış, yakılmış, adından söz edilmemesi gereken kitaplar listesinin en tepesinde yer bulmuş olmalıydı. İşin ironisi de bu olsa gerektir ki insan bu ihtimali düşündüğünde, iyi ki bu kitap tam anlamı ile anlaşılamamış diye iç geçirmeden edemiyor. Hatta işin daha da büyük ironisi Makyavel’in bu eseri bir lider için yazması, ona sunması ve ithaf etmesidir. Dante’nin “La Divine Comedia”sı, Michelangelo’nun “Creazione di Adamo”su gibi Makyavel’in “Il Principo”su da İtalyan nüktedanlığının zirvesi olsa gerek.
1949’da vizyona giren, toplamda 8 adaylıktan 3 farklı Oscar ödülü kazanan All The King’s Men filmi de modern bir Makyavel anlatısı sayılabilir aslında. Robert Penn Warren’ ın 1946 yılında yazdığı ve 1947 yılında Pulitzer Ödülü kazanan aynı isimli kitabından sinemaya uyarlanan eser aslında ilginç bir hikayeye de sahip. Kitabın yazarına ilham olan siyasi şahıs gibi, filmin yönetmeni de bu esere bulaştığında modern anlatının gazabına uğramaktan geri kalamamış gibidir.
57 yaşında hayata gözlerini yuman ABD’li yönetmen Robert Rossen’in en çok ses getiren filmleri belki de kariyerinin son dönemine ait. Sinema severler tarafından, Paul Newman’ ın başrolünde oynadığı 1961 yapımı Walter Tevis’in romanından uyarlanan The Hustler ile ya da 1962 yılı yapımı Moby Dick gibi bir klasiği de bizlere kazandıran Herman Melville’in bir diğer romanından beyaz perdeye aktarılan Billy Budd filmlerinden ismi hatırlanabilir. Rossen, filmografisini çoğunlukla bu türden ses getiren edebiyat eserlerini sinemaya uyarlayarak oluşturmuştu.
Ailesi Rus-Yahudi göçmeni olan Rossen, iki savaş arasında ve sonrasında Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında filmler üretti. 1937 ve 1945 yılları arasında Komünist Parti üyesiydi. İkinci Dünya Savaşı sona erdikten ve Nazi tehlikesi tüm dünya için bertaraf edildikten sonra, dünyada sosyalizmin temsilcisi olarak görülen ve kapitalist ülkeler için asli tehlike olarak algılanan SSCB ve Komünist Parti’ye karşı önlem alma ihtiyacı duyuldu. Bu tehlikeye karşı ABD’de 1947’de Taft-Hartley Yasası çıkartıldı. Bu yasada amaç işçilerin örgütlenmeden sendikal faaliyet kazanımlarından faydalanmasını sağlamak, bu sayede de Komünist Parti’yi işlevsizleştirmek ve örgütsel gücünü azaltmaktı. 1950 yılında Kore Savaşı’nın başlaması akabinde ABD’de antikomünist faaliyetler ve baskı ortamı iyice sıklaştırıldı. Bu baskı ortamından Hollywood’da nasibini alacaktı. 1951 ve 1953 yılları arasında Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi (HUAC) tarafından, sanat camiasına üstü kapalı bir soruşturma açılır dense yanlış olmaz. Bu soruşturmada ilk akla gelen şahsiyetlerden birisi de şüphesiz İstanbul doğumlu yönetmen Elia Kazan’dır. Kazan’ın birçok ismi ihbar ettiği soruşturmada, aralarında Dalton Trumbo, John Howard Lawson gibi isimlerin de yer aldığı ünlü Hollywood Onlusu ortaya çıktı ve yaptıkları eylemler, boyun eğmeyen duruşları ile kendilerinden epey söz ettirdiler. Bu isimlerin çoğu sonradan ABD’yi terk etmek ve filmlerini yurtdışında çekmek zorunda kalmışlardı. İtiraz ettikleri temel husus ise düşünce özgürlüğüne vurulan ketten daha çok, söyleme mecburiyetine tabi tutulmaları olmuştu.
Bu karalama kampanyası ve cadı avından nasibini alan isimlerden birisi olan Rossen de kendisini kara listede buldu. Sonrasında baskılara boyun eğdi ve 57 kişinin ismini komiteye sunarak kara listeden çıkartıldı. Bu çalkantılı dönemin içinde ve soruşturmaların ortasında 1949 yılında Warren’ın “All The King’s Men” kitabını vizyona soktu. Siyasi kurgu olarak nitelendiren eser gerçek bir olaydan esinlenmiştir. Kitapta ve filmde başrolde adı geçen Willie Stark, senatör ve Louisiana valisi Huey Long’un hayatından yola çıkılarak oluşturulmuştu. 1932’de gerçekleşen bir suikast sonucu hayatını kaybeden Long, siyasi kariyerinde ulusal bir üne kavuşmuştu. Hatta o kadar ünlenmişti ki 1935’de TIME dergisinin kapağında yer alacak ve yakaladığı popülarite sayesinde bir sonraki seçimde görevde olan başkan Franklin D. Roosevelt’e karşı bir alternatif olarak gösterilecekti.
Long’un hayatı popüler kültürde birçok kez işlendi. Willie Stark karakteri de belki bu esinlenmelerden en meşhuru denilebilir. Türkçe’de 1950’li yıllarda “İktidar Hırsı” adı ile çevirisi yapılan kitabı sahaflardan bulabilmek mümkün olabilir. Filmde Stark’ın kariyeri izleyiciye gazeteci Jack Burden tarafından sunulur ve o sunum henüz filmin başında şu diyalog ile başlar:
– Willie Stark adında birini duydun mu?
– Hayır kimi vurmuş?
– Böyle devam ederse tersi olacak.
Tanınmamış bir adamın inandığı doğruları söyleme pahasına ve kandırılan insanlar için cesurca hayatını riske atarak siyaset yapmaya çabalaması, zenginlerin ve iktidar sahiplerinin kovanına çomak sokmaktan farksızdır. Hiçbir şekilde nüfuzu olmamasına ve gerçekleri savunmak dışında bir amaca hizmet etmekten vazgeçmeyen Stark (Long) bu sayede kısa süre içerisinde tanınmaya başlayacaktı. Ve ilk başta kimsenin adını bilmediği bu adam, binlerce insanın sevgilisi olacak hatta ölümü bile ardında efsaneler bırakacaktı.
Peki fakir bırakılmış halkın bu kadar sevgisine mazhar olmayı başaran, yüzbinlerin umudu haline gelen, “Share Our Wealth” gibi ülke çapında oldukça fazla ses getiren ve servetin dağıtımından vergi toplanmasına kadar birçok düzenleme ile gelir adaletsizliğine dikkat çeken Long; gerçekten de ortak refahı sağlayabilecek modern bir toplumsal kahraman veya destekçilerinin tanımladığı gibi seçilmiş kişi, müjdelenen ve beklenen kurtarıcı mıydı? Uğradığı suikast sonucu ölümüne bile inanmayan bir kitle yaratması nasıl mümkün olmuştu. Sadece dürüst ve samimi bir politikacı olması sayesinde mi?
Filmde ve kitapta görüyoruz ki işin aslı idealize edilen mitolojik kahramanlardan oldukça farklıdır. Stark (Long) başarılı olabilmek, ideallerini gerçekleştirebilmek, karşısında yer alan bürokrat ve diğer politikacılarla mücadele edebilmek adına, tabir yerinde ise şeytanla el sıkışmak zorunda kalacaktır. Üstelik bunu kişiliği ve karakteri gereği değil, konumu gereği yapacak ve bu yöntemi gün geçtikçe daha da normalleştirerek, en sonunda da el sıkıştığı şeytandan bir farkı kalmayacak duruma gelecektir. Burada bir sorunsal oluşur kafalarda. Ne kadar yararlı ve faydalı olursa olsun, hatta bir adım öteye gidelim doğruları ortaya koyabilmek ve gerçekleştirebilmek adına, karşıt görüşlerimizin yöntemlerini benimsemek, kişiliğimizden vazgeçmek, onları alt etmek için onlar gibi davranmak ne kadar ahlakidir?
Bu sorunsalın tek bir çözümü vardır; başlamadan sonlandırmak. Çünkü yanlış bir sorunun doğru cevabı olmaz. Siyaset doğası gereği ahlak ile özdeşleşemez. Ve bu iki ilke arasında bağ kurmaya çalışmak, hatta siyasette ve siyasilerde ahlak aramak ahmaklıktır. Ahlak toplumun hatta daha özelde bireyin kavramıdır. Siyaset ise yönetme sanatıdır. Siyasette ahlak aramanın sanatta ahlak aramaktan pek farkı yoktur. “Sanatın ahlakı” kavramı ne kadar absürt ve havada kalan, içi doldurulamayan bir tanımlama ise siyaset ahlakı da bundan farksızdır.
Siyasilerin ve siyasetin ahlaklı olması ve ahlaka uygun yapılması gerektiği düşüncesi 20. Yy demokrasilerinin yarattığı bir illüzyondur. Ve bu illüzyon o kadar başarılı oldu ki halkta bu şekilde bir beklenti oluşması sağlandı. Oysa gerçek insanlık tarihi boyunca bambaşka bir perspektifte süre gelmekte. Bu beklenti işe yaradı mı peki? Ne yazık ki hayır. Hatta daha büyük bir ikiyüzlülük ortamına düşülmesine sebep verildi. Yöneticiler sürekli bu ahlaki beklentiye söylemsel olarak uygun hareket ettiklerini iddia ettilerse de eylemsel olarak yüzyıllardır davrandıkları gibi davranmaktan asla geri atmadılar. Stark da başlangıçta samimi olarak ahlaksal doğruları savunarak etik kurallarına ve ilkelerine bağlı bir siyaset geliştirmeye çalışmış olsa dahi iktidar olduktan sonra eylemleri ve söylemleri arasında gün geçtikçe artan bir uçuruma sürüklenmişti.
Bu hususu Makyavel tarzı ile almak gerekirse aslında daha doğru bir anlayış meydana getirilebilir. 1532 tarihinde yayınlanan İl Principe (Prens, Hükümdar) kitabında Makyavel siyasetçileri tarif eder. Ancak genelde bu kitapta Makyavel’in siyasetçinin nasıl olması gerektiğini anlattığı şeklinde yanlış bir anlaşılma söz konusudur. Halbuki Niccolo kitabında, bir idealize etmeden çok bir durum değerlendirmesi yapmaktadır. Kitap ideal siyasetçinin, liderin, yöneticinin nasıl olması gerektiğinden çok, ne olduklarını ve nasıl yönettiklerini aktardığı bir eserdir. Bu yanıyla kitap sadece kendisinden önce hiç yapılmayanı yapmaktadır. Ve iyi ve kötü kavramlarından bağımsız mevcudu ve olanı okuyucuya aktarır. Bu anlam kargaşasından kurtulmanın en kolay yolu “olan” ve “olması gereken” kavramlarını inceleyerek anlayabilmekten geçer. Bu ayrımı belki de en iyi anlatan örnek Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın bu kitabı çevirtme teşebbüsüdür. Rivayete göre Kavalalı özel olarak ülkesine çağırttığı İtalyan bir mütercime, ünü kendisinden önce gelen bu eseri çevirmesi emrini verir. Kitabın bir kısmını çeviren çevirmen, nüshaları Kavalalı’ya sunar. Okuduktan sonra çevrilen diğer kısımları ister ve onları da bitirip çevirmeni huzuruna çağırır ve “Çevirdiğin kısımları okudum ve kitap bana yeni bir bilgi vermekten çok uzak, hatta bazı yerleri epey eksik. Şu haliyle kalanını çevirmeye lüzum yok.” der. Bu anlatı, kitabın bir yönetici kılavuzu olmadığının ve de hedefinin yöneticilere tavsiyelerden çok, sıradan yurttaşlara kendilerini yöneten liderleri, politikacıları, devlet adamlarını sunmaktan öte bir amaç taşımadığına fevkalade bir örnektir.
Bu yüzdendir ki bugün yaşanan sıkıntılardan, ortaya çıkan sorunsallardan devlet ve siyaset eliyle kurtulmaya çalışmak, aslında bizlerin sorunsallarını çözmekten çok, daha da karmaşık hale getiriyor. Sadece ülkemizde değil, dünyanın hemen her yerinde karmaşıklaşan ve giderek daha da büyüyen sorunların üstesinden siyasetin ve devletin aracılığı ile gelinmesini bekliyoruz ancak; ne siyaseti ne de devletleri buna zorlayacak örgütlenmeden ve toplumsallıktan çok uzaktayız. Gelir adaletsizliğinin çözümünü bekliyoruz ancak bunun için hiçbir baskı kuramıyor hiçbir şekilde bu sorunu önceliğimiz haline getirip sorumluları buna zorlayacak bir eylemsellik içinde olmuyoruz. Tüm dünyada baş gösteren gıda ve barınma krizlerine karşı yine devletlerin hatta şirketlerin çözüm bulmasını bekliyoruz. Çoğaltılabilecek tüm bu sıkıntıları ele almasını beklediğimiz şirketlerin, devletlerin ve siyasetçilerin üretecekleri çözümlerde birey ve toplumun faydasını öncelikli hale getirmeleri için hiçbir sebepleri yok.
Önemsenmeyi bekliyoruz ancak neden önemsenmemiz gerektiği sorusuna yanıt veremiyoruz. Ve az önce değindiğimiz gibi yönetenler, toplumu ve toplumun paydaşları olan bireyleri değil, kendilerini ve yönetim mekanizmaları olan devletin faydasını düşünerek hareket etmişlerdir, edeceklerdir ve ediyorlar da. Burada döngüyü kıracak olan bireysel ahlakın ön plana çıkartılması ve her türden disiplin ve ideolojiden bağımsız olarak etiğin, hem gündelik hem de sosyal hayatta önem ve değerinin arttırılmasıdır. Bu şekilde yapılanan bir örgütlenmenin birey ve toplumun önceliğinden başka bir amaca hizmet etmeden faaliyete geçmesi ve hem siyaseti hem de devleti bu amaca uygun hareket etmeye zorlamasından başka çıkış yolu bulmak pek mümkün değildir. Bugün bu düşünce yapısı artık bir ütopya olmaktan daha çok zorunluluktur ve bu zorunluluk meydana gelmediği takdirde, ne toplumların bir arada yaşama şansı ne de bireyin nefes alma hürriyeti kalacaktır.
Siyaset doğası gereği şeytanla anlaşma yapmayı gerektiriyor. O zaman çözüm siyasetin konusu olan sorunsalları olabildiğince siyasetin dışına çıkartmaya çabalamaktan yani kamusallaştırmaya özen göstermekten geçiyor. Şeytanla masaya oturmak yerine, şeytanı işsiz bırakmak gerekli.
1949 yapımı film dışında Robert Penn Warren’ın kitabı 2006 yılında da aynı isimle beyaz perdeye uyarlandı. Steven Zaillian’ın yönetmenliğinde çekilen filmin oyuncu kadrosu bir hayli zengin. Sean Penn’in Willie Stark karakterine can verdiği filmde, Jude Law, Kate Winslet, Anthony Hopkins, Mark Ruffalo gibi birçok ünlü isim yer aldı. Ancak tüm bu zengin kadroya rağmen ne uyarlandığı kitap kadar ses getirebildi, ne de öncülü olan Rossen’in elde ettiği başarıyı kazanabildi. Henüz izlemeyen sinemaseverlerin de yapım yılına ve kadrosuna bakmadan 1949 yapımı filmden alacağı tat 2006 yılında çekilen versiyonuna kıyasla (ki iki film de romandan çoğu zaman sapmıştır) çok daha lezzetli olacağı şüphesiz.