Charlie Kaufman ve Human Nature
Önceki yazımda en sevdiğim sinemacılardan birisi olan Charlie Kaufman’ın senaryosunu yazdığı ve hepimizin Eternal Sunshine of the Spotless Mind filminden tanıdığı yönetmen Michel Gondry’nin Human Nature filmine çok kısa değinmiştim. Açıkçası genel kanının aksine ben bu ikilinin en meşhur olan ve en sevilen filmleri olan Eternal Sunshine of the Spotless Mind’i Kaufman’ın diğer filmlerine nazaran zayıf bulmama rağmen, yalan olmasın Kaufman’ın en sevmediğim filmi olabilir, bu filmi epey beğendim ve izlerken eğlendim. Hatta bu film üzerine pek konuşulmadığı ve yazılmadığı için (film pek bilinen bir film değil, doğal olarak) Kaufman’ın bu filmi üzerine yazmaya karar verdim.
Charlie Kaufman’ın sineması insan zihnini parçalamaya bayıldığı için filmleri psikanalize oldukça müsait olan filmlerdir bence. Her ne kadar oldukça mizahi yönü baskın bir film olsa da Human Nature da (isminden de sezebileceğiniz gibi) izlediğim en psikanalize uygun filmlerden birisiydi. Zaten bence filmin başarılı olan tarafı da bu, bu kadar derin bir konuyu böyle mizahi bir üslupla anlattığı için herkese hitap edebilecek bir film. Human Nature, topluma görgü kurallarına göre yaşamayı öğretmeye kafayı koymuş bir bilim adamının doğada bulduğu ve tamamıyla medeniyetten bihaber büyümüş bir adamı (konuşmayı bile bilmiyor, bayağı hayvan gibi), laboratuvarda bir kafese koyup sıfırdan dil bilgisi, görgü kuralları vb. yüksek kültürlü bir insan olmanın birçok gerekliliğini öğretmesini konu alıyor. Tabii film bunu konu alırken medeniyetin yapaylığını, dilin önemini ve insan olmayı da bizlere sorgulatıyor.
Bu yazımda tıpkı Kaufman gibi kendi alanında bir deha olan psikanalist Jacques Lacan’ın öğretileriyle filmi ve karakterleri yorumlamaya çalışacağım. Yalnız önden bir ikazda bulunayım; karakter tahlili yapmada kendime güvensem de Lacan çok derin bir okyanus, ben burada onun bazı kavramlarıyla film arasında elimden geldiğince köprü kurmaya uğraşacağım, kaçınılmaz olarak yazım yer yer indirgemeci olabilir.
Lila Jute
Bu karakterin filmdeki en dikkat çeken özelliği vücudundaki aşırı kıl kaynaklı yaşadığı özgüvensizlik ve aşağılık kompleksi. Lila, bu marjinal dış görünüşünden dolayı toplumun dayattığı güzellik algılarıyla ve kendi dış görünüşüyle sürekli bir çatışma ve hatta kendisine yabancılaşma halinde. Filmin başında kendisini doğada daha huzurlu hissettiğini, hayvanların onu o haliyle kabul ettiğini ve yargılamadığını söylediğini bile görüyoruz. Sürekli ağdaya gidiyor, vücudunu kan içinde bırakmak pahasına jiletleyerek o uzamak bitmeyen kıllardan kurtarmaya çalışıyor. Aslında onun yaşadığı şey çoğu kadının yaşadığı bir durumun inanılmaz abartılı bir versiyonu. Daha trajik olansa Dr. Nathan ile tüm kusurlarına rağmen sevgili olan bu kadın, daha sonrasında yine o kişi tarafından bu eksikliği yüzünden terk ediliyor. Lila’nın terk edilmesiyle işler Lila için daha üzücü bir hal alıyor ve Lila eskisinden de beter hale geliyor.
Karakterin filmdeki yerini anlattığıma göre şimdi karakteri incelemeye başlayabiliriz. Öncelikle bu karakter hiçbir zaman bedeninin bütünlüğünü imgesel olarak tanıyamamış. Aynaya baktığında kendini bir kadından ziyade hayvan olarak görmeye daha yatkın. Bu da Lacan’ın corps morcelésine (parçalanmış vücut) götürüyor bizi. Karakter, medeniyete karıştığında kendini tutarlı bir bütün olarak göremiyor dolayısıyla deneyimleyemiyor. Lila, bir türlü ‘kadın’ olamıyor çünkü aşırı kıllı olmasından dolayı bedeni toplumsal normlara aykırı, ‘kadın olma’ çabası sürekli hasar görüyor, kendini toplumda bir yere konumlandıramıyor. Lacan’a göre özne, simgesele tam giremediğinde yasa onu dışarıdan sürekli dürter. Zaten Lila da bu yüzden ormana kaçıyor, simgeselden kurtulup gerçeke (bastırılamayana) dönebilmek için. Lila ile ilgili en Lacancı durum ise kendisini her zaman başkalarının bakışından tanımlamaya çalışması. Lila, filmin başından beri kendi varoluşunu hayvanların, erkeklerin, Nathan’ın bakışıyla anlamlandırmaya çalışıyor. Lacancı bakışla bu ötekinin arzusunun nesnesi olmak olarak açıklanabilir. Bu da direkt olarak öznenin bölünmüşlüğü ile bağlantılı. Hatta Nathan ile olan ilişkisi bile arzu edilen nesne olma çabasına dayanıyor.
Dr. Nathan Bronfman
Filmin ana karakteri olan Nathan aslında filmin başından beri ölüdür ve bizlere öbür dünyadan olan biteni anlatır, Puff’ı kendi medenileştirme projesi kapsamında doğadan alan ve laboratuvarda eğiten, filmin başında Lila ile sevgili olan o hırslı ve obsesif bilim adamıdır (Söylemeden geçemeyeceğim, bana yer yer fazlasıyla Victor Frankenstein’ı hatırlattı). Bilime olan adanmışlığından dolayı pek bir sosyal hayatı olmayan ve kadınlarla da arası pek olmayan Nathan, Lila ile ortak arkadaşı vesilesiyle tanışır ve randevulaştıktan hemen sonra sevgili olur. Daha sonra Nathan, hayatının merkezini Puff’a adadığı süreçte iş arkadaşı olan Gabrielle ile yakınlaşır ve başta Lila’yı onunla aldatır, daha sonra Lila’nın anormal uzunluktaki kıllarını fark ederek ondan ayrılır ve Gabrielle ile sevgili olur.
Nathan karakterini ele alacak olursak, kendisiyle ilgili en bariz olan şey, kendisini simgesel düzenin temsilcisi olarak gördüğüdür. Nathan; insan davranışlarını sınıflandırmaya çalışır, bilim ile doğaya nizam vermeye kalkışır, kültürel normları sonuna kadar içselleştirmiştir, kendisini ‘uygar’ insan olarak görür. Bütün bunlar simgeselin yasasına uyma halidir yani Nathan’ın aslında yaptığı şey simgesel düzenle özdeşleşme çabasıdır. Nathan’ı ele aldığımızda kendisi Lila’ya karşı kadınlık imgesine uymamasından ötürü bir tiksinti geliştirse de içten içe ona çekilmeye devam etmektedir. Nathan için Lila’ya ilgi duyması irrasyoneldir çünkü Lila simgesele yazılamayan bir vakadır. Lila, Nathan’ın tüm teorileri ve sistemini çökertir. Tam da bu durum Lacan’ın objet petit a dediği objenin artığına götürür bizi. Özneye musallat olan, açıklanamaz ve arzuyu tetikleyen bir artık nesnedir Nathan için Lila. Nathan’ın bilimle kurduğu ilişkiyi ele aldığımızda, bu büyük öteki ile kurulmuş bir ilişkidir ve Nathan’ın bilimi Lila’yı açıklayamadığında, Puff üzerinden insan doğasının kontrol edilemezliği ortaya çıktığında çöker ve bu da bizi Lacan’ın ötekinin gücüne olan inancın çöktüğü an öznenin de çökeceği teorisine götürür. Burada öznenin çöküşünü Nathan’ın bizzat Puff tarafından öldürülmesiyle bize anlatır aslında Kaufman. Lacan’ın özne, arzusunu kontrol ettiğini sandığı anda arzusu onu ters köşeye yatırır önermesi de haklılığını kanıtlar bu sahnelerle. Nathan’ın Lila’dan farklı olarak simgeselde yarıldığını da söyleyebiliriz. Çünkü kendisinin bütün o bilimsel kimliğine rağmen arzuları dürtüseldir. Davranışları ne kadar normatif görünse de fantazileri norm dışıdır. Dışarıya takındığı o uygar tavra rağmen içsel anlamda çökmüştür.
Puff
Puff karakteri ise filmdeki absürtlüğün ana kaynağıdır çünkü kendisi filmin başından itibaren çok sıradışı birisidir. Tarzan’ı anımsatan bu karakter; söz, yasa, dil, görgü kuralları, toplumsal kurallar gibi kavramların tamamına uzak ve yabancıdır. Puff’ın durumu bir yandan oldukça üzücüdür çünkü kendisi Dr. Nathan’ın gözünde bir deney faresinden öte değildir. Film; Dr. Nathan, fareler ile değil, en az fareler kadar ‘uygar’ olmayan bir insanla çalışmaya karar verdiğinde ve Puff’ın nizama sokulmak için sürekli elektroşok yemesiyle bize bunu zaten açıkça vermiştir. Puff bütün bu A Clockwork Orange’ı anımsatan girişimler sonrası Dr. Nathan’ın tasarladığı gibi birisi olabilmiştir, en azından bir süreliğine. Puff’ın yaşadığı kimlik karmaşası, filmde en trajikomik olandır çünkü doğaya aidiyet duymakla, ilkel dürtüleriyle yaşamakla bunun birebir zıttı olan şehir yaşamının bir parçası olmak hatta adeta kent eliti olmak arasında sıkışıp kalmıştır.
Puff ile ilgili söylenmesi gereken ilk şey; Puff’ın uygarlıktan bihaber versiyonunun aslında Lacan’ın gerçekiyle çok örtüştüğüdür. Tamamıyla yabani ve vahşi, dilsiz, dürtüleriyle hareket eden bir canlı formuyken Puff, gerçekin ete kemiğe bürünmüş halini temsil eder. Dr. Nathan’ın onu uygarlaştırma çabası da gerçekin simgesele çevrilmeye çalışılmasıdır. Hatta her konuda bir şekilde eğitilebilen Puff’ın bir tek cinsellik konusunda tam olarak eğitilememesi, gerçekin simgeselle çatışmasının en bariz örneğidir. Puff, başta kendisini eğitenlerden Gabrielle (Gabrielle’i, Puff’ı çözümlemedeki önemi açısından ele almak istedim çünkü yazdığım diğer karakterler kadar filmde başlı başına büyük bir öneme sahip değil) olmak üzere gördüğü her kadına atlamaktadır ve bu durum Dr. Nathan’ın uygarlaştırma projesinde en başarısız olduğu kısımdır zira Puff’ın dürtüleri, uygar olma çabasından ağır basmaktadır. Lacan’a göre medeniyet, içgüdü ve doğayı şekillendirmeye kalkışır ancak bazı gerçek fazlalıkları (bunu Puff’ın cinselliği ile açıklayabiliriz) her zaman direnç geliştirir. Puff’ın Gabrielle ile olan ilişkisini biraz daha açmak istiyorum. Lacan’ın arzu, her zaman ötekinin arzusudur ilkesine göre Puff kendini Gabrielle’in ona olan bakışı ve beklentileriyle konumlandırır. Gabrielle’in eğitici tarafı Puff’ı simgesele iter ancak gerçek fazlalıkları (cinsellik dürtüleri) kontrol altına alınamadığı için yine simgesel ve gerçekin çatışmasını izleriz. Lacan’a göre bir kez özne simgesele eklemlendiğinde, gerçeke dönüş imkanı zorlaşır çünkü özgür doğallık kaybolur, bastırılan içgüdüler artık fazlalık olarak geri döner ama tam anlamıyla özgürleşemez. Yani Puff uygarlaştıktan sonra gerçekten doğaya dönemez, döndüğünde bile eski Puff’tan alakasız birini görürüz.
Kapanış
Human Nature filminin Türkçeye ‘İçgüdü’ olarak çevrildiğini gördüm ve bence bu, yazımda değindiğim şeylerle de bağlantı kurabilmek adına muhteşem bir çeviri. Eğer Kaufman tarafından yazılmış bir komedi filmi izliyorsanız, muhtemelen gülüp geçmeniz gerekenden çok daha öte bir komedi izliyorsunuzdur. Film, insanı Lacancı perspektiften son derece eğlenceli bir şekilde açıklayan dahice bir yapıt. Bence bu başyapıtın kıymeti yeterince anlaşılamamış ve Kaufman’ın diğer birçok harika işi gibi hak ettiği ilgiyi görmemiştir. Human Nature, özellikle psikoloji ve sinemaya meraklı insanların mutlaka izlemesi gereken, bu yazının bir noktada bitmesi gerektiğinden daha fazla uzatmak istemediğim için bitirdiğim ancak üzerine epeyce konuşulabilecek bir film.


